Gözlerini açtığında, gün ışığı ile aydınlanan odasının tavanını, geceden kalma yorgun gözleri ile taradı. Bir anda işe geç kalabileceği endişesi ile telefonuna uzanırken, hafta sonu olduğu düşüncesi ile rahatlayarak yatağın keyfini çıkarmak için tekrar uzandı. Dışarıda kuş seslerinden başka hiç bir ses olmaması çok tuhaftı. Ne bir araba gürültüsü vardı, ne de erken saatlerde açılan, her gün kahvaltı için bir şeyler aldığı, caddedeki fırından yayılan güzel kokulardan bir eser… Bir tuhaflık vardı. Pencereyi açıp dışarı baktığında sokakta tek bir insan bile göremedi. Caddeye boylu boyunca uzanmış bir kaç kedi, güneşin keyfini çıkarıyordu. Hafta boyunca trafik ve insandan geçilmeyen caddede şu an tek bir insan olmaması gerçekten görülmüş şey değildi. Televizyonu açtı… Bir kaç bant yayını haricinde; ne bir canlı yayın, ne de bir görüntü vardı. Gittikçe paniklemeye başlamıştı. Telefonunu eline alıp, son aramalarda kayıtlı ilk arkadaşını aradı. Cevap yoktu. Bir kaç arkadaşını daha denedi… Yine cevap yoktu. Hızlıca giyinip evden çıktı, artık panik yapmaya başlamıştı. Arabasına atladı ve sürmeye başladı. Yol boyunca; ne bir seyir halinde araba, ne de bir insan görerek, amaçsızca saatlerce tüm şehri dolaştı durdu. Sanki tüm şehir ortadan kaybolmuş, kendisine kötü bir kamera şakası yapıyordu…
Zaman kavramı artık kendisine hiç bir şey ifade etmiyordu. Aradan kaç gün geçtiğini bile kestiremeden hala tek bir insana ulaşamamıştı. Şehirdeki tüm AVM’leri dolaşmış, büyük küçük tüm dükkanlara hatta evlerin içlerine bile girmiş, ama tek bir kişiye bile rastlamamıştı. Her şey olması gerektiği gibi yerli yerindeydi şimdilik; telefon, elektrik, internet, su, trafik lambaları vs. hepsi çalışıyor durumdaydı. Rehberinde kayıtlı herkesi, hatta yurtdışındakileri bile aramıştı ama karşı taraftan arama bir kez bile yanıtlanmamıştı.
Günler günleri kovaladı, zaman anlamını iyice yitirmişti. Her gün saatlerce yatağında uzanıp telefonu ile gelişigüzel numaralar tuşlayıp aramalar yapmaya devam ediyordu. Ama artık ümidini kaybetmişti. Belli ki kendisinden başka kimse yoktu.
Haftalar boyunca devam etti aramalarına ümitsizce. Ne olduğu hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. İnternette ipucu bulabilme beklentisi ile, eski haberleri aramış, ama hiç bir bilgiye ulaşamamıştı. Durumdan keyif almaya çalışmıştı bir süre. Eskiden önünden geçerken, içerisinde yaşanan hayatları merak edip imrendiği boğazdaki o lüks yalılarda kalmış, trafikte eski arabasının yanında duran o lüks spor arabalara binmiş, gidemediği şatafatlı mekanların dolaplarında kalan tüm tatlıları denemişti… Ama hiç bir şeyin anlamı yoktu artık. Her gün kapısının önünde yatan, yüzünü dahi hatırlamadığı o evsiz adamı bile şu an karşısında görse kucaklayacak durumdaydı. Belki de yeryüzünde kalan, sadece ona ait tek hayat da çok değersizdi artık, önemsizdi.
Yatağında uzanmış, boş gözlerle tavanı izliyorken, anlamlandıramadığı hayatını düşünüyordu. Telefonunu aldı eline tekrar. Yine gelişigüzel bir kaç numara çevirip, uzun uzun çalan sesi dinledi. Tekrar ve tekrar numaralar denedi ama cevap yoktu.
Yatağından doğruldu. Telefonu cebine attı ve odadan çıktı. Merdivenleri koşarak indi. Arabasına atladı son bir kez ve son sürat sürmeye başladı. Kağıtların uçuştuğu boş caddelerde, ayağını gazdan çekmeden sürüyordu amaçsızca. Köprüye geldiğini anlamamıştı bile… Ani bir fren yaparak durdu. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan şehrin, iki kıtayı birleştiren o muhteşem köprüsünün tam ortasındaydı şimdi. Arabasından indi, kapısını bile kapatmadan muhteşem manzarayı görmeyen gözlerle ilerleyerek en uca doğru ilerledi. Parmaklıkları aştı. Esen rüzgarın kuvveti ile ayakta durmaya çalışarak, hayata son bir kez tutunmak istercesine parmaklıklara tutundu. Aşağıya baktığında gördüğü maviliğin farkında bile değildi. Parmakları yavaşça gevşedi, gözlerini kapadı ve kendini boşluğa bıraktı…
Sanki düşmüyor, uçuyordu… Gözleri hala kapalı halde, sona ulaşmayı beklerken, haftalardır unuttuğu melodinin sesi beyninde hayal gibi çınlıyordu sanki…
Get up, stand up!
Don’t give up the fight!
Gözlerini dehşetle açıp; sesin beyninden değil, cebindeki telefondan geldiğini anladığında artık çok geçti…
Yazar: Ebru Boyra Gürbüz