Ebru Boyra Gürbüz / 04.03.2023
Ağır ağır gözlerini açtı. Uyku sersemliği ile bir an trende olduğunu hatırlayamadı. Yolculuk boyunca uyumuş olmasına rağmen halâ yorgun ve bitkin hissediyordu. Oturduğu yerde kıpırdamaya çalıştı, ama bacakları uyuştuğu için karıncalanmanın sonrasında gelen o bilindik ağrıyı hissedip hemen vazgeçti. Saatine bakmak için kazağının kolunu sıyırdı, takmayı unuttuğunu farkedince kendi kendine söylendi. Babasından hatıra saatini takmayı nasıl unuturdu? Arada bir aksayan, kayışı aşınmış saati bir gün bile takmasa kendini eksik hisseder ve adeta kendisinden intikam alırcasına zaman geçmek bilmezdi. Yolculardan birine saati sormak için etrafına bakındı. Vagonda kendisinden başka 6 kişi daha vardı ama hepsi de uyuyordu. Belli ki onlar da uzun yolculuklarını uyuyarak geçirme düşüncesindeydi…
Yan koltuklardan birinde unutulmuş bir derginin arka kapağında, hastane koridorlarında asılı “sus” işareti yapan hemşirenin yüzü ilişti gözüne. Çocukken hastaneye her gittiğinde; fotoğrafın önünden geçerken korkulu ama itaatkar şekilde, başını suçlu gibi öne eğerek minik adımlarla ilerlerdi koridor boyunca. Annesinin aksine sapsarı saçları ile belki de annesinden sonra hayran olduğu ilk kadındı.
Belli belirsiz anılardan sıyrılıp, manzaranın tadını çıkarmak için başını pencereye yasladı. Kasvetli ve puslu hava yavaş yavaş dağılıyor ve güneş bulutların arasından kendisine göz kırpıyordu. Gözleri uzaktaki tepelere ve ufuk çizgisine sabitlenmişti. Yemyeşil ağaçlar raylar boyunca akıp giderken, tekerden gelen o delirtici cıyırtı sesini de artık duymuyordu. Her biri adeta bir öncekinden daha yeşil ağaçlar rüzgarla dans ederken, o ise gözlerini yummuş, hayali dansın rahatlatıcı melodisini dinliyormuşçasına içi huzurla dolmuştu. Annesinin yüzü geldi gözlerinin önüne tekrar. Uzun zaman olmuştu ve artık çok az kalmıştı kavuşmalarına. Kim bilir o da nasıl bir özlemle bekliyordu kendisini…
Gözlerini tekrar açtığında, pencereden dans ederek süzülen son yağmur damlasını takip etti parmağıyla farkında olmadan. Damla ne kadar susadığını hatırlattı ona. Sanki senelerdir su içmiyor gibi kurumuştu dili damağı. Açlık da cabası… Kurt gibi acıkmıştı.
Trenin yavaşladığı farkettiğinde hangi istasyonda olduğunu anlamak için yerinden kıpırdandı. Tek tük de olsa evleri seçebiliyordu artık ağaçların arasında. Belli ki ufak bir kasabadaydı.
Tren çığlıklar atarak iyice yavaşladı, yavaşladı ve durdu… Diğer yolcular onca gürültüye rağmen uyanmamıştı. Bir simitçi bulma umuduyla etrafa göz attı ama kimse yoktu. Vagonun kapısı açıldı ve belli ki istasyondaki tek yolcu olan orta yaşlı bir kadın, treni kaçırırmışçasına telaşla içeri girdi. Koluna astığı ufak bir çanta haricinde ne valizi vardı, ne de başka bir yükü. Aceleyle etrafı süzerken göz göze geldiler. Kadının yüzündeki yer yer morlukları, dudağının kenarındaki kesiklerde birikmiş kanları farketti hemen. Çantasını bir eli ile kavrayıp ufak adımlarla kendisine doğru ilerledi ve karşısındaki koltuğa oturdu. Artık daha da yakından görüyordu kadının yüzünü. Farketmiş olacak ki, kucağına koyduğu ve sıkı sıkı kavradığı sapı ile oynamaya başladı utanmış bir şekilde başını eğerek. Daha fazla rahatsız hissettirmemek için kafasını yine pencereye döndü. Tren hareket etmiş ve istasyon geride kalmıştı. Aklı hala kadında olduğundan artık manzaranın güzelliği ona bir şey ifade etmiyor, göz ucu ile hareketlerini izliyordu. Kadının arada yüzünü acı ile ekşitip elini karnına doğru götürdüğünü farkettiğinde dayanamayıp sordu:
– İyi misiniz hanımefendi?
– …
– Yardıma ihtiyacınız var mı?
– …
Kadın boş ama acı çeken kapkara gözlerle kendisine bakmış ve tek kelime dahi etmemişti. Arada hareket ettikçe kendisine kadar gelen tuhaf, rahatsız edici ve yanığa benzer kokuyu duymuş ama ne olduğunu anlamamıştı.
– Bilet lütfen…
Arkasında beliren kondüktörün sesini duyduğunda boşta bulunup irkildi. Adam kadının halini hiç de tuhafsamadan başlarında dikilmişti. Kadın çantasından çıkardığı bileti titreyen parmakları ile görevliye uzatırken, kendisi de ceplerini karıştırıp biletini aramaya koyuldu. Ama adam kendisinden biletini istemeden koltukların arasından ön vagona doğru ilerleyip gözden kayboldu. “Herhalde daha sonra” diye düşünüp, biletini aramaktan vazgeçti.
Epey bir süre sonra tren tekrar yavaşlamaya başladığında, neredeyse yine derin bir uykuya dalmak üzereydi. Bir çoğu yaşlı olan diğer yolcular da uyanmış ve ayaklanmaya başlamışlardı. Durmaya yakın, hepsi kapının önünde toplanmıştı ve kimseden çıt çıkmıyordu. Nihayet tren durup, kapı açıldığında hepsi tek tek inmiş ve söz birliği etmişçesine aynı yöne doğru yürümeye başlamıştı. Son yolcu olarak kadın da ayağa kalkarken kendisine belli belirsiz gülümsemiş ve o da aynı yöne doğru diğerlerinin peşine takılmıştı. Tuhaf bir durum vardı ortada… Tren hareket ettiğinde pencereye yapışmış vaziyette bu tuhaflığı izlerken, çok geç de olsa farketti; kadının eli ve çantası ile gizlemeye çalıştığı şey, kan lekesiydi.
İstasyonun etrafında tek bir ev dahi yoktu. Tren yavaş yavaş hızlandıkça gördüğü tek şey uçsuz bucaksız bir mezarlık ve ona doğru yavaş ve isteksizce ilerleyen 7 kişiydi.
Artık koca vagonda kendisinden başka yolcu yoktu. Az önce şahit olduğu şeyleri düşüne düşüne uykuya daldığında trenin attığı son çığlığı duymadı bile. Ve tren vagondaki son yolcusu ile son durağa doğru ilerledi.
Altı üstü iki istasyon mesafesi arasındaki uykudan uyanmak istiyor ama uyanamayacak kadar da yorgun hissediyordu. Birisinin uyanması için onu sarstığından emindi. “Uyan, uyan artık. Bitti!”
Gözlerini yavaş yavaş araladı ve kendisini sarsan kişinin kondüktör olduğunu gördüğünde yolculuğun sona erdiğini anladı. Vagonu uyur uyanık gözlerle taradı; koltuklar, masalar, dergi, kendisine “sus” diyen o güzel kadın… Sonra hepsi yavaş yavaş silindi, her yer aydınlandı, yüzler değişti, sesler değişti… “Uyan, hepsi bitti artık. Çok uzun zamandır uyuyorsun, n’olur uyan oğlum” diyen o şefkatli sesi tanıdı, annesinin sesiydi. Ses aynıydı ama annesi farklı görünüyordu. Kapkara saçlarından artık eser yoktu, bembeyazdı. Gözleri ise aşırı yorgun ve yaşlı ama mutlulukla bakıyordu. Vagon yoktu, kondüktör yoktu artık… Bir hastane odasındaydı ve herkes mutlulukla birbirini kucaklıyordu. Odadaki tek değişmeyen şey ise duvarda asılı olan ve hala ona “sus” diyen o güzel kadının yüzüydü…