Ebru Boyra Gürbüz / 15.06.2024
Son zamanlarda çok başarılı bir sektörümüz var : Dizi sektörü…
Ne sunarsan sun izleniyor. Senelerdir tekrar eden konuları, karakterleri değiştirip değiştirip milletinönüne “yeni dizi” diye sürmek gerçekten bir başarıdır.
Eskiden Yeşilçam filmlerinde bolca izlediğimiz ‘zengin kız, fakir oğlan’ konusu çok yaratıcı bir şekilde yerini ‘fakir kız, zengin oğlan’a bıraktı son zamanlarda. Güzel kızların, yakışıklı erkeklerin cirit attığı ekranlar; görselliğin hayattaki en önemli özellik olduğunu kazıdı özellikle gençlerin akıllarına… Bu yüzdendir ki artık sokaklarda olmadığı kadar güzel yapay kızlar, olmadığı kadar zengin görünmeye çalışan yakışıklı erkekler görüyoruz. Çünkü çok güzelsen ve sabredersen evlenecek zengin bir koca adayı bulabilir, köşklerde yalılarda yaşayabilir, son derece şık ve pahalı kıyafetler giyip, son model arabanla o lüks mekanlara girebilirsin. Ya da bilmem kaç ay taksitle aldığın son model cep telefonu ve koluna taktığın çok iyi taklit edilmiş marka saatle, bir çok genç kız tarafından ilgi görebilir ve toplumda bir yer edinebilirsin. Yakışıklı ve zengin değilsen de menümüzde mafya özentiliği yaratan dizilerimiz var. Yasadışı işler yapmana rağmen hala dürüst, adil ve namuslu kalabilen bir kabadayı olarak toplumda saygı gören, çekinilen bir tipe bürünebilir ve sert erkek olduğun için etrafındaki kadınları rahatça tokatlayabilirsin. Çünkü Türk erkeği hem sever, hem döver…
Toplumda itibar sahibi biriysen, eski eşlerin etrafında hala pervane olabilir, eski eşlerin yeni eşinle dostluk kurabilir ve bunun adına modernlik diyebilirsin. Zengin değilsen de aynısını “kumalık” adı altında meşrulaştırabilirsin.
Yabancı senaryoları Türk örf ve adetlerine göre düzenleyip uyarlamak da ayrı bir başarıdır. Yaratıcılık yok, emek yok, masraf yok. Sal gitsin, bu toplum nasılsa her türlü izliyor…
Gittikçe kültürsüzleşen ve fakirleşen bir topluma dayatılan “zengin ama mutsuz, zengin ama yalnız” kavramı ise çok dahiyane bir fikir. O muhteşem evlerde dönen entrikaları, oyunları, mutsuzlukları işlerken; sobasının üstünde bir tencere çorba kaynayan evlerde şen şakrak günler yaşanan, komşuluğun ve yardımlaşmanın ön planda olduğu kenar mahalle dizilerini işlemek “haline şükret” algısını insanlara empoze eden muhteşem bir fikir…
Yöresel dizilere gelince… İnsanlar artık ağa görmekten töreleri öğrenmekten, şive duymaktan neyse ki bıktı da kısmen azaldı. Ama bu aşamaya gelene kadar adına şive bile denemeyecek bir konuşma dili türedi. Kültürel ve tarihi mirasımız olan güzelim Türkçemiz dejenere oldu, yeni kuşağın ağzında uzatma ve kısaltmalarla saçma sapan bir hal aldı. Öyle bir hale geldik ki artık; ne konuştuğu anlaşılmayan genç kızlarımızla ve ağzından küfür haricinde bir kelime döküldüğünde anlamını yakalayamadığımız delikanlılarımızla diyaloğa müsait olmayan bir duruma geldik. Ne gençler bizi anlıyor, ne de biz onları anlayabiliyoruz artık…
Zorla dayatılan standartlar toplumu yozlaştırırdı, bireyleri birbirinden uzaklaştırdı. Her alanda olduğu gibi; yenilikçi ve yaratıcı fikirler, kendilerinin onlara yetişemeyeceği endişesi ile bir avuç bencil senaristin elinde ne yazık ki boğuldu.
Gerek kişisel çıkarlar, gerek “insanları nasıl uyutabiliriz?” amacıyla yapılmış bu diziler bir süre sonra karakterlere özenmeyi, örnek almayı sağlarken bazen amacını aşarak, gerçek bile sanılabiliyor. Zaten psikolojisi bozuk, mutsuz bir topluma; fakirliğin romantikleştirildiği dizilerin dayatılmasının kasıtlı olduğuna eminken, bu dizilerin rağbet görmesini gerçekten anlamak imkansız.
Durum böyle olunca da yapılan işi başarılı bulmaktan başka bir yol yok. Gerçekten de dizi sektörümüz çok ama çok başarılı…